25 Ekim 2009 Pazar

Derbiden Aklımda Kalanlar

25 Ekim 2009 Pazar


Devlerin Aşkı Büyük Olur:
Seden Gürel'in bu şarkısına show tivi iki takım oyuncularını göstererek bir klip hazırlamıştı, senesini hatırlamıyorum sanırım 97ydi. O klibi unutmam,o haftaki maçı hatırlayamadığım halde...

16 Şubat 2002 Tarihli Maç:
Statta izlediğim tek Gs maçıydı.Ne olursa olsun bu maça gidiyoruz diyen arkadaş,karaborsadan 60 lira gibi bir hayli pahalı sayılabilecek bir fiyata bilet bulmuş ve benim de maça gelmemi sağlamıştı.Literatüre Gs'nin 7 kişi kaldığı maç olarak da geçer.

Johnson: Sami Yen'de, üstelik felaket bir sezonda ve en inanılmazı 1 atak dahi yapamadan kazandıpımız maç..Ve o maçın kahramanı Johnson.Yaradana sığınıp vurmuştu.Maçtan bi gün sonra basketbol idmanında galatasaraylı koçumuz bir kağıt getirmişti.Çıplak bir afrikalı kabile reisi fotoğrafı vardı,uzun penisiyle sert bakış atıyordu.Resmin üstünde ise "maçtan sonra Johnson'un hali" şeklinde bi yazı vardı.Az gülmemiştik.Tabi bu makara çok ağır bir idman olarak geri dönmüş, deyim yerindeyse g.tümüzden kan almıştı koç...

Ulubatlı Souness:
Tv'den izlediğim maçtı.Saunders'in golünü unutamam.Buz kesmiştim.Maçın sonunda Souness'in koşusunu ve diktiği bayrağı fazla önemsememiştim.Halbuki daha sonraları bu hareketiyle bir efsane oldu adam..

Vee..

Tabi ki de 6-0:
Kim unutabilir ki? Maçtan sonra arabayla tura çıkmamız,aramızdaki tek Gs'li arkadaşın bilerek ve isteyerek konvoya katılması,hatta tezahürat yapması...Tanıdığım hiç bir galatasaraylı arkadaşa telefondan ulaşamamam.Falan filan...

20 Ekim 2009 Salı

Declaration Of Dependence

20 Ekim 2009 Salı

Kings of Convenience'nin yeni albümü Declaration Of Dependence şahane.Dinliyorum da dinliyorum. Yağmurlu havada camdan bakıp dışarısını izlemek gibi, huzur verici.Tavsiye ederim..


Tom Standage'nin Altı Bardakta Dünya Tarihi isimli kitabı da bu aralar okuduğum kitap. Dünya tarihini içkilerden yola çıkarak anlatıyor. Bu 6 bardak ne dersek; bira,şarap,damıtık içkiler,çay,kahve ve asitli içkiler yani kola. İçerdiği ilginç hikayelerle ve değişik konusuyla ilgi çekici bi kitap.Tavsiye olunur.

8 Ekim 2009 Perşembe

Tuhaf

8 Ekim 2009 Perşembe
Günler, güzel günler geçiyor. Yerlerine yenileri gelecek.

Umutlu olmak ne tuhaf şey?

Bazı şeylerin olanca saçmalığına rağmen, hayata dair umut ışıkları ya da damlaları barındırmak ne tuhaf şey?

Her şeyin bir sonu, bitişi olduğunu bile bile; çocukluğun, okulun, aşk(lar)ın, gençliğin, askerliğin, iş hayatının ve eninde sonunda hayatın biteceğini bile bile umutlu olmak. Hayatla ladese tutuşmuş bir şekilde.

Bunların hepsi "aklımda" ve ben umutluyum diyebilmek ne tuhaf şey?

(İş bu yazı, 13.06.2009 tarihinde yazılmış ve ancak buralara aktarılabilmiştir.)

5 Eylül 2009 Cumartesi

Umut ve Mum Üzerine

5 Eylül 2009 Cumartesi

Umut denilen ufak tefek bir mumun odada ürkekçe titreyişi dikkat çekici aslında. Halbuki umut denilen ağır ve yorucu duygudan arınalı epey bir zaman geçti. Ama hâla o mumun küçücük kalsa da yanması ve dibini aydınlatmadan sağına soluna zayıfça ışık vermeye çalışması, belki biraz ironik, bir parça zavallıca, birazcıksa şaşırtıcı. Sanırım onun da kendiliğinden keşfettiği bir kısır döngü var kendisini besleyen. Yani adeta “yanarsam belki etrafa biraz daha aydınlık katarım” diye düşünüp kendinde o aydınlatma gücünü gördükçe “madem ki aydınlatıyorum o zaman biraz daha” vs şeklinde salak bir kısır döngü içine sokma çabası. Ama tabi mum da daha hızlı yanma çabasının kendini bir o kadar çabuk tüketeceğinden habersiz. Ya da en azından ben o mumun yerinde olsam farkına varmazdım. Hem ayrıca umudun mumdan olması da biraz komik. Gerçi mumun hammedesinin balmumu olduğu ve onun da aslında tatlı şeylere (bravo doğru bildiniz; bal!) vesile olduğu düşünülürse aslında mumun doğasında böyle bir şeyin olmasını pek de garipsememek gerek. İşin bir başka boyutu da mumun bu kadar tatlı bir şeyle ilişkili olmasına rağmen eriyip tükenecek ve özünde bir şeye yaramayacak ve hatta biraz daha aşağılama çabasına girersek, bu mum denilen halt kendi dibini bile aydınlatamazken, salak salak, kendini bitirip eriterek dahi etrafına zayıf bir ışık hüzmesi saçması… Evet, umut ve mum arasında böyle salak bir alaka kurma çabasına neden girdiğim konusunda benim de bir fikrim yok. Belki bir parça can sıkıntısı, ya da ne bileyim odamın şuan loş bir ortam olması, kokulu mumlara sempatim vs. Ama sanırım en dürüstçesi kendi umudumun da mum gibi tükendiğini hissetmem sanırım. Evet, umutlarımdan arınmıştım oysa ama hala annemin babamın eskiden yaptığı gibi ola ki lazım olur düşüncesiyle, kıyıda köşede bir iki mum saklama adetim var benim de. Gerekliliği konusunda tartışmaya girme çabasında değilim pek. Çünkü, hem gerekliliğini hem de gereksizliğini çok harika bir biçimde savunabilirim. Biraz hastalıklı bir zihnin işaretleri olsa da bu böyle. Hem sevgili Berker Güngör’ün dediği gibi; “....eğer arada bir kendinle çelişmiyorsan, dostum üzgünüm ama ıspanak kökünden farklı değilsin. Ne o acı mı geldi? Ispanak kökü de pek tatlı değildir zaten. O yüzden yapraklarını pişirip yiyoruz ya...”( hastasıyım bu sözün ve aslında bu hep bir yerde de kullanmak isterdim, kısmet bugüneymiş ). Şahsen tercihimi ıspanak kökü olmamak yolunda seçtiğimden ötürü birazcık (!) kurtlu, genel olarak rahatsız ve bölük pörçük düşüncelerle boğuşuyor olsam da, ıspanakla ilişkimi, bireysel olarak tükettiğim bir besin öğesi seviyesinde tutmayı becerdiğim için keyfim de gayet yerinde açıkçası. Neyse konuyu dağıtıyorum toparlayayım kaldığım yere dönersek; şu aralar o sakladığım mumlardan birisini yakmış durumdayım ve çok ciddi anlamda bir konuda kendimi sorgulamaktayım yaktığım mumun boyutu ortamda olan o anki oksijen seviyesine bağlı olarak hızlı ya da ağır ağır azalırken: neden umut denilen o haltı daha adam gibi bir kaynağa benzetmiyorum ki? Nikola Tesla’nın anısına saygısızlık etmeden, şerefsiz Edison insanının akkor ampül denilen icadı sonuçta muma göre çok daha fazla fark yaratmakta aydınlık olarak. Ve hatta günümüz teknolojisine paralel olarak LED falan filan derken, bir ışık kirliliği bile yaratabilirim diye düşünmekteyim oysa. Peki ya güneşe veya diğer yıldızlara ne demeli? Uzayın sonsuz karanlığında milyonlarca ve milyarlarca ışık yılı öteden bu yuvarlak, içi kirlenmiş küreye ışıklarını yollayabilecek kadar güçlüler? Tabi astronomların teorilerine bakarsak söz konusu ışığı gelen yıldızların bir kısmının şuan gerçek zamanda bulundukları noktada sönmüş olma ihtimalleri de mevcut ama konumuz bu değil.
Bu kadar uzun saçmaladıktan sonra bütün meselenin aslında benim umut denilen ve özünde insanın kendine yakışanı giymesi olan, kişinin kendine yalan söyleme sanatı olduğunu söylemem garip kaçacak –ama bu benim zerre umrumda değil tabi- . Çünkü insan ne kadar iyi bir yalancı olursa olsun kendi gerçeklerinden kaçamıyor sonsuza dek. O yakılan mum hep bir yerde sönmek zorunda. Yapılması gereken mi? Ya adam gibi ortamı aydınlatacak bir şeyler yaratmak için çabalamak, ya da o son mumları da söndürüp kafayı gök yüzüne kaldırıp yıldızları seyretmek tek başına –tabi şansınız ölçüsünde o gökyüzünde bulut varlığı ihtimali de göz önünde bulundurulmalı- .
******************************
konuk yazar olarak bize bu yazıyı gönderen sevgili purifier'a çok teşekkür ediyoruz.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Geçti

22 Ağustos 2009 Cumartesi

"Geçti" dedim kendime.

Sanki hiç acımamış gibi. Hiç olmamış varsaymak için "geçti" diye telkin ettim kendimi. Parmağıma batan kıymık kanatmamış gibi, canımı yaklamamış gibi inkar ettim. Akan kan benim değildi sanki.

Yüreğime bir kıymık battı. Sanki içime akmıyormuş gibi kan, canım acımıyormuş gibi nefes almaya devam ettim. Bitti dedim, geçti hepsi.

Dilime eğlenceli bir şarkı dolayıp sanki güneşliymiş gibi hava yürüdüm yollarda. Islık çalarken attım her adımımı. Bu kez gerçekten yolundaymış gibi herşey yaptım.

Kendini kandırıyorsun dedi bir ses. Bu kadar hayal etmek sana fazla. Bu kadar mutluluğu istemek haksızlık.

Aldırmadan devam ettim şarkıma. Güzel bir gündü. Ölmek için bile güzel...

Yaramı kendim sardım yine. Geçti dedim. Bak öpmedi kimse ama yine de acımıyor. Kimse sarılmadı sana çocukluğundaki gibi ama yine de acımıyor.

Öyle masum sarıldım kendime. Ben şimdi kızarım canını acıtana. Ben şimdi döverim onu deyip sarıldım. Gözyaşlarımı sildim.

Geçti dedim.

Geçti sonra. Bir anda yok oldu bütün acı. Bir anda unuttum herşeyi. Devam ettim oynadığım oyuna. Devam ettim sevmeye. Kalbimdeki kıymığa aldırmadan oksadım yine tüm kalbimle. Her canım acıdığında bir şey yok dedim. Geçti dedim.

Sonra geçti....

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Futbol Topu Heykeli

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Üsküdar'da Karaköy-Eminönü motorlarının kalktığı Turyol iskelesinin hemen yanında parkın içinde yer alıyor bu güzel heykel. Heykel kültürünün pek olmadığı(memleketteki heykellerin %75i zaten Atatürk heykeli) ülkemizde,değişik ve güzel bi çalışma. Faruk Akın tarafından rahmetli Hasan Doğan anısına yapılmış. Bence çok hoş ve bi o kadar da başarılı...

18 Ağustos 2009 Salı

Kral Burger

18 Ağustos 2009 Salı

Aylar evvel acetobalsamicoda hakkında yazılan bi yazı ile tanışmıştım Kral Burger'le. Bi kenara not ettim bilgilerini ama gel zaman git zaman gidemedim. Kısmet bugüneymiş. Öğlen yemeğinde bastık gittik. Zaten yakın sayılır. Neyse efendim küçücük bi yer zaten, nasıl oluyor da bu kadar övgü dolu hamburgerler yapıyor diye soruyor insan kendi kendine. Söyledik siparişi, geldi. Bi tanesini yuttuktan sonra ikinciyi istedik. Hiç düşünmeden diyebilirim ki yediğim en güzel hamburger. İki kat emeğinin arasında köftesi,jambonu,kaşarı ve başka hiç bir yerde rastlayamayacağınız enfes sosları. 3 çeşit sosu vardır, acılı,zeytin ezmeli ve ketçaba benzeyen değişik bişi. 3ünden de koyarlar, yerken dört köşe olursunuz. İyidir güzeldir ama biraz tuzludur. Yine de arada bi uğranmalı bol soslu kral burgeri yenmelidir.Bu arada mekan Etiler girişi olarak adlandırılan yerde. Orası da Zincirlikuyu mezarlığının karşısında Etiler'e giden yol ayrımının devamı oluyor...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir Şehri Tam Kalbinden, Beyninden Vurup Gitmek...

5 Ağustos 2009 Çarşamba
Teoman'ın Yağmur şarkısında geçer.. "Bir şehri tam kalbinden, beyninden vurup gitmek var aklımda" diye.. bu konudaki genel düşüncem insan sevdiği şehirden giderken onu kalbinden, beyninden vurmak ister.. hani "olm seni ne kadar seversem seveyim sonunda gidiyorum.. sen de burda kendine yan" tadında hissetmişimdir hep bu şarkıyı.. ama şimdi şartlar değişti sanırsam.. nefret ettiğim hatta kendi kendime bir daha gelmemeye söz verdiğim şehire (bkz: Ankara) askerlik nedeniyle gelmiş bulunmaktayım.. hayat sanki benimle dalga geçiyordu.. istemeye istemeye gelmiş olsam da bir sürü güzel günü burada geçirdim.. şaşırtıcı biçimde alışmaya bile başladım bu şehre.. ama evet gidiyorum.. sonunda gitme zamanı geldi.. Ankara'yı beyninden kalbinden vurarak gidiyorum.. üstelik özlediğim, hasret kaldığım şehrime dönüyorum.. "Bekle Beni İstanbul"

merhaba

ne zor lan bi insana merhaba demek. valla bak. hele ki hic tanimadigin biriyse daha zor. hatta gelin biraz daha cetrefilli bir hale getirelim isi. cins olayini ekleyelim. karsi cinsse daha da zor. sakin buradan homofobik oldugum sonucunu cikarmayin. kendi gozlugumden bakiyorum sadece.

bazi sabahlar oluyor. kalkiyorsun. yuz yikamak bile iskence. capaklarin hz. muhammed'i koruyan orumcegin agindan beter kapatmis gozlerini. buna ragmen yuzunu yikamaya useniyorsun. dusun iste durumun vehametini. ama tam o anda senden bir merhaba bekleyen biri ya da birileri oluyor evde. aslina bakarsan vehamet burada. yani onlara bir merhaba ya da gunun saatinin emrettigi uzere gunaydin demek. diyorsun o zaman da yuzunun seklini begenmiyorlar. yatagin sag tarafinin cokuk oldugun bilmeden bir hurafenin pesine takilip solundan kalkmis diyolar sana. aslinda anlatmak icin yeterli kelime var haznede ama diyorum ya derman yok. he deyip geciyorsun.

ama burasi farkli. yuzunuzu gormuyorum, siz benim nemrut suratimin farkinda degilsiniz. size inat solumdan kalksam bile lafini etmiyorsunuz. en guzeli bu herhalde.

o yuzden hepinize merhaba. 

4 Ağustos 2009 Salı

Kabuk

4 Ağustos 2009 Salı
"Kim koydu bu merdiveni buraya" diye söylendi kadın. Sanki doğduğundan beri aynı yerde değilmiş, yıllardır bodrumda merdiven hep aynı yerde durmazmış gibi. Birden durdu. Kendi evine, çevresine, hatta kendisine ne kadar yabancılaştığını gördü. Kendine uzaktan baktı uzun uzun. Ve korktu gördüğü şeyden.

O kadar mutsuzdu ki kendini mutsuz eden sebepleri aradı tek tek. Eline tek bir şey geçmedi diye kızdı. Mutfaktaki bütün bardakları, bütün tabakları kırmak istedi. Sanki parçaladığı her şeyde biraz daha rahatlayacakmış, her kırılışta kırgınlıklarını atacakmış gibi...

Olmadı. Yapamadı. Yine herşey yerli yerindeydi mutfakta. Evini inceledi. Herşey olması gerektiği gibi, bıraktığı yerdeydi. O kadar güzel işliyordu ki herşey, saat o kadar doğru akıyordu ki. Hep doğru zamanı gösteriyordu. Doğru zamanı görmekten yoruldu. Bir terslik vardı çünkü. Bunun çok farkındaydı ama bir türlü ne olduğunu bulamıyordu.

Kendini sokağa atmak istedi. Eski günlerdeki gibi arkadaşlarıyla buluşmak. Saatlerce konuşup eğlenmek istedi. Gidip en güzel elbisesini seçti. Saçlarını topladı. Hafif bir makyaj yaptı. Son kez kendine baktı aynada. Ve durdu. Yanına gideceği arkadaşları yoktu artık. Herkes kendi hayatının akışına kaptırmıştı çoktan kendini. Artık eski sohbetler yoktu. Kimseyi aramadığı için sevindi. Ama içinin burkulmasına da engel olamadı.

"Bu lambayı neden almışım acaba" diye düşündü, onu ne hevesle aldığını hiç hatırlamayarak. "Başka bir şehre mi taşınsam acaba" diye düşündü, bu şehirde sevdiği tüm şeyleri unutarak.
"Acaba" dedi sonrasında ne söylediğini hiç umursamayarak.

Nerelere sakladığını bile hatırlamadığı bir kabuk buldu kendine. Evine, odasına, uykusuna gömdü kendini. Birinin gelip uyandırmasını bekler gibi, anne karnında doğumu bekler gibi beklemeye başladı....

17 Haziran 2009 Çarşamba

Sizce?

17 Haziran 2009 Çarşamba


Yorumları bekliyorum.

11 Haziran 2009 Perşembe

Timmy

11 Haziran 2009 Perşembe

Mahalleden başladık mahalleden devam edelim.Lakaplar serisine ayrı bir parantezde devam edecem ama burada "Timmy" için özel bir başlık açmak istedim.

Efendim Huzeyfe yani asıl bilinen adıyla Timmy, 6 çocuklu bir ailenin en küçüğü.Aile bir hayli fakir ve malesef aile planlamasından bi haber.Esas sorun da bu zaten.Herneyse bunlar umarsızca yaptıkları 5 çocuktan sonra 6ıncı olanın dünyaya merhaba demesi için pek bir zaman geçmiyor.Huzeyfe doğuyor ama sorunlarla.Ayağı sakat Huzeyfe'nin, topallıyor.Bu da yetmezmiş gibi zeka sorunları var ve daha da mühimi çocuk konuşamıyor.Sadece sesli harf çıkarabiliyor.Gel zaman git zaman çocuk büyüyor ve bu saydığım sorunlar açığa çıkıyor.

Çok uzattım farkındayım,onu neden Timmy diyerek çağırdığımızı yazarak toparlayayım.South Park'ta bir karakter var Timmy adında.Sadece Timmy diyebilen ve ayakları sakat olan bir karakter bu.Günlerden bir gün bir arkadaşımız Huzeyfe'deki benzer özellikleri görüyor ve ona Timmy diyor.O gün bu gün bütün herkes çocuğa Timmy diyor.Durum öyle bir hal alıyor ki,çocuğun gerçek adını bilmeyip Timmy diyenler bile çıkıyor.Zaten Timmy dediğimizde bakıyor çocukcağız.

Şu aralar 6 yaşında olan Hüzeyfe'yi tüm mahalle çok sevmekte.Ailesine de herkes yardım eder ama onun bu sağlık problemlerini çözmek için daha fazlası gerekiyor.Bi ara düşünüp doktora götürdüğümüzde yolun bir hayli uzun olduğunu öğrenmiş ve geri adım atmak zorunda kalmıştık...

10 Haziran 2009 Çarşamba

Çılgın Mahalle ve Lakaplar-1-

10 Haziran 2009 Çarşamba

Merhaba sevgili okurlar. Gerek tembellik, gerekse edebiyat fakiri olmam neticesinde uzunca bir süre blogu yazısız eyledim. Ama birşeyler karalama günü ya da ilham geldi çattı.
Bir süredir düşündüğüm şey olan garip mahallemizin garip lakaplarını sizlerle buluşturmak istiyorum. Uzunca bir emek sonrasında elde ettim lakaplar ve onların takılma nedenlerini.Neyse efenim başlayalım;

Maykıl Metin: Büyük bir Michael Jackson hayranı olan Metin abi, onunla ilgili bütün albümleri yalayıp yutmus olup, danslarını, hareketlerini falan çok iyi yaparmış. Hatta Mike Türkiye'ye konsere geldiğinde otelin önüne onu görmeye gitmisler ve görmüsler de.Konsere neden gitmediklerine gelince; paraları yetmemiş.

Keçi Turgay: Mahallenin bir numaralı lakabı.Turgay dendiğinde kimse tanımaz, ta ki keçi diyene kadar. Bufesi vardır, tabelasında keçinin yeri yazar(fotoğrafı yukarıda), köfte satar genelde. Lakabı küçüklüğünde konmus. Çok inatçıymıs, keçi gibi. Çıngar çıkarırmış sürekli. Kendisi hakkında anlatılagelen bir hikaye vardır. O da şudur efendim:
Keçi evlenir. Evlendiğinin ertesi günü mahalleden arkadaşları kendisini görmek için evine giderler. Kapı çalınır ve hanımına sorulur; "keçi evde mi?". Hanımından herkesi yerlere yatıran cevap gelir: "keçi evde olur mu hiç, keçi ahırda".

Katolik İbo: En iyi arkadaşımın babası olan İbrahim amcanın lakabı çok sert olmasından ileri gelir. çocuklarına, ailesine karşı bir hayli sert olan Katoliğe lakabı seneler evvel takılmış. Yalnız olayı ironik kılan bir durum var. O da İbrahim amcanın namazında niyazında iyi bir müslüman olması...

Kosigin Fevzi: Fevzi amca 70 yaşlarına merdiven dayamış tonton bir amcadır. Çok beyefendi ama aynı zamanda da çok sert biridir. Efendim, Fevzi amca 70'li yıllarda bütün herkesin çocuğu sokakta oynarken, kendi çocuklarına dışarı çıkma izni vermezmiş. Çocukları da demirlerin ardından diğerlerini izlerlermiş. O dönemki Sovyetler Birliği Başbakanı olan Aleksey Nikolayeviç Kosigin'in adını Fevzi amcaya takmiş mahallenin firlamaları. O da benzer sertlikte bir siyasetçiymiş.

Takoz Hasan: Hasan abi 50'li yaşlarda biridir ve eski iett şoförüdür. Kendisinin takoz olarak çağırılmasına neden olan olay ise şu şekilde vuku bulmustur: Arabasını Mahmutbey Yokusu'na park eden Hasan, tam yürümeye başlamıstır ki arabasının kaydığını fark eder. Hemen koşar ve adeta bir takoz gibi lastiğin altına atıverir kendini. O gün bugün Hasan değil, Takoz Hasan'dır.

Batılı Yaşar: Yaşar abi gerek giyim kuşamıyla, gerek düşünceleriyle çok modern bir insanmış. Gerçi halen öyle ama devir değişti bildiğiniz üzre. Modern dediğim 80'li yıllarda herkes pantalon gömlek duosuyla dolaşırken, o şort-terlik ikilisini giyer boynuna kolye takar ve batılı gibi görünürmüş. Lakabı bundan gelmekte.


Devegöz Yusuf: Kocaman fıldır fıldır gözlerinden oturu bu lakabi almış. Amcam olur.

Mektepli İrfan: Üniversite talebesinin pek az olduğu mahallede elle gösterilen üniversite öğrencilerinden biri olmasından ötürü kendisi mektepli şeklinde çağırılıyormuş. Babam olur.

Kınalı Kadir: Kadir abinin lakabı, turuncuya çalan saçları ve kaşları, hafif kırmızımsı ten renginden ötürüdür.

to be continued...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir Şehri Terk Etmek

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Ve bitti...
Hiç gelmeyeceğini sandığım gün geldi ve anı olacak olaylar dizisi bir yerde kesildi. Bir şehir bir anda terk edildi. Her düşünüldüğünde bu sefer yaparım deyip her seferinde vazgeçildi ama, bir gün, aniden korkulan gerçekleşti.
En zoruydu belki de bir şehri terk etmek. İçinde bir sürü insanı bırakıp başka bir yol çizmek. Şimdi ne kaldı beni buraya bağlayan diye düşünmek. Kim bilir ne zaman gelinir bir daha ve ne zaman görüşülür sevenlerle. Bilinmeden yalan sözler verildi. Gözyaşları direnmelere karşı koydu. Aktı durmaksızın.
En kötüsü bir şehri terk etmek. İçindekilere kızmadan, küsmeden, kırılmadan bırakmak. En zoru giden olmak. Çünkü biliyorsun kalanlar her bir arada. Sen başka yerde başka şeylere alışmaya çalışırken, bilinen yerleri görmenin huzuru seninle olmayacak. Unutulmayacaksın belki ama toplantılarda anılan bir isim olacaksın. Özlenecek, aranacak, konu değişmişken sen hala orada olmayı istiyor olacaksın.
Bir şehir daha çok sevgili oluyor insana ve en zor şehir terk ediliyor. Gülen gözler ister istemez yaşlanıyor. Ve bir hikaye biterken mutlaka bir şeyler içinde ölüyor....

18 Nisan 2009 Cumartesi

marble house

18 Nisan 2009 Cumartesi
merhaba sevgili karalama defterim, nasılsın iyi misin? özledim seni. çoktandır yazmamıştım sana, hemmen telafi edeyim dedim.

bu aralar bu şarkıya takıkım. esasen, daha önceden de takıktım ama, sen bilirsin, ben gavurca şarkılara kulak kabartıp dinlemem pek. o zaman şarkıyı anlamadan "listening dersi"ndeymişim gibi oluyor, sıkılıyorum. ama bu şarkıyı ciddiye alarak araştırdım ve fark ettim ki tüylerimin diken diken etmesi gayetle normalmiş.

...


i cut your nails and comb your hair
i carry you down the stairs
i wanted to see right through from the other side
i wanted to walk a trail with no end in sight

the moment we believe that we have never met
another kind of love it's easy to forget
when we are all alone then we do both agree
we have a thing in common this was meant to be

you close my eyes and soothe my ears
you heal my wounds and Dry my tears
on the inside of this marble house i grow
and the seeds i sow will grow up prisoners too

the moment we believe that we have never met
another kind of love it's easy to forget
when we are all alone then we do both agree
we have a thing in common this was meant to be

now where's your shoulder
what is it's name
what's your scent
say it again
if it goes faster can you still follow me
it must be safe when it's on tv

i raise my hands to heaven of curiosity
i don't know what to ask for
what has it got for me?
the others say we're hiding
it's as forward as can be
some things i do for money
some things i do for free


sadakat mi demiştik bebeyim, al işte, buyur.

bu aralar epey yoğunum. okul, dersler, insanlar bi ton düşünecek şeyim var. ders çalışmaktan nefret ettiğimi * bir kere daha* anladım. bıkmışım ben soru/n çözmekten. artık bizzat kendim soru/n oluşturup çözülmeyi beklemek istiyorum.

farkındayım, hafiften tırlattım. gülme bana, olur mu?

ödev vericem sana blog, bu şarkıyı dinle olur mu? hissettiklerini sorucam sana...

höperim, en öpülesi yerlerinden.

30 Mart 2009 Pazartesi

kelimelerin kifayetsiz kalması üzerine..

30 Mart 2009 Pazartesi
Bazı anlar vardır ki; insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez, ne tek bir kelime eder ne de herhangi bir eylemde bulunur. Eylemden kasıt akla gelen her şey olabilir. Misal; yemek yemez, sokağa çıkmaz vs. Amiyane tabirle mal gibi oturur kalır olduğu yerde. İşte böyle zamanlar için de ideal bir söz sanırım; Orhan Veli'nin "kelimelerin kiyafetsiz olması" üzerinde söyledikleri..

Size de oluyor mu bilmiyorum ama son zamanlarda benim sıkça başıma geliyor.. Yürümek, uyumak, konuşmak, gülmek, ağlamak vs. hiçbir şey yapasım gelmiyor.. Ben de bir yolunu bulup kendimi müziğin narin kollarına bırakıyorum..

Bu gibi modlar için saçma bir şekilde insanlar inadına "damar" müziğe koşar.. Ben de aynı şeyi yapıyorum.. Aslında damar da çok göreceli bir tanımlama.. Bana göre damar; ağır, yavaş ve hüzünlü şarkılarken bazılarına göreyse; ağır arabesk ve genel anlamda çoğumuzun dinlemediği şarkılar olarak tanımlanabilir..

Son zamanlarda sürekli aynı şarkıları dinlemek konusunda da kendi kendime bir söz vermişim sanki.. İşte benim son zamanlardaki vazgeçemediklerim :
Gripin - 3, 4, Sustukların Büyür İçinde; Vega - Elimde Değil, Ankara; Tan - Doğum Günü, Rica Ederim, Teoman - İstanbul'da Sonbahar, Rapsodi İstanbul, En Güzel Hikayem, Bugün; Yüksek Sadakat - Aklımın İplerini Saldım, Aşk Durdukça ve Döneceksin Diye Söz Ver.
Görüldüğü gibi son derece ağır şarkılar. Bunların dinlediğim için pişman mıyım diye soracak olursak cevabım kesinlikle hayır olacak.. Gayet severek dinliyorum ve son derece de iyi geliyor..

Evet bugünlerde kelimeler kifayetsiz ve ben;
bilmezdim şarkıların bu kadar güzel
ve kelimelerin kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce..

18 Mart 2009 Çarşamba

Bitmeyen Geyikler

18 Mart 2009 Çarşamba

No Woman No Cry:
-Oglum adam isi cozmus lan,baksana kadin yok aglamak yok diyor.
-lan oyle degil o.Hayir kadinim,hayir aglama diyor.Senin sandigin gibi degil yani.
-Hadi ya,vay anasini demek dogrusu oyleymis...

Eveet tum zamanlarin bir numarali geyiklerinden biridir.Bob Marley'in bu guzide eseri bu tarz bir geyige sebep olacak bicimde bir isme sahip.Siz kac defa bu konuyu tartistiniz bilmiyorum ama ben bi cok kez anlattim boyle oldugunu aslen.Yok cidden bilmiyorlardi..

Marilyn Manson kaburgalarini aldirmis: Off,bu muthis bir geyiktir.Lise zamanlarinda ergenler metal adi verilen hard core muziklere merak salar.Iste o yillarda da bu tarzla ilgilenen ve uclarda gezinen insanlarla hasir nesir olunur.Bu da o senelerde duydugum ve ilk anda inandigim geyiktir bu.Dogrulugu yoktur tabi ki de.

Bruce Lee mi dover Mike Tyson mu?: Bu geyigi etrafta fazla duymamis olabilirsiniz ama ben yasadigim mahallede siklikla bu geyige denk geldim.Koca koca adamlar oturmus ciddi ciddi tartisiyorlardi.Biri diyor "bi yumruk atsa Mike indirir onu",oteki diyor "hadi lenn o vurana kadar Bruce ona 8-10 defa vurur alirasagi"...Sahi ya, kim dover sizce?

1 kilo demir mi agirdir,1 kilo pamuk mu?: Cocuk kafasinin basmadigi bir vakitte ortamda cok afedersiniz dasak oglani olma ihtimalinizi tavan yaptiran bir soruydu bu.Kucukken kafa yorup uzun uzadiya dusundugumuzu hatirlarim.Sonuca da varmistik.Demir daha agirdir!!!

Anneni mi daha cok seviyorsun babanı mı?:
Ebeni diyerek cevaplandirilabilen bi soru.Genelde akrabalardan biri tarafindan yoneltilir.

17 Mart 2009 Salı

balon.

17 Mart 2009 Salı
Aslında masumca başlar herkesin hikayesi; ve sonu bilince ne kadar ironik gelir insana yaşam. Küçükken rüzgara kaptırdığın balondur ilk günahın. Bilmeden istemeden işlersin suçu. Bir anlık yapılan bir şey, veyahut yapılmayan. O an bilmesen de, tekrar tekrar yaşacaksın bunu, o sevdiğin balonlar sen farkında olmadan göğün mavisinde yitip gidecek. İşin kötüsü anlatamazsın da derdini, olan olmuş yumurta düşüp kırılmıştır çoktan. Ve suçlu sensin.

Hatalarına bulanmış koşuşturuyorsun ortalıkta. Annen sesleniyor uzaktan yüzündeki kiri silmek için. Uzun süre hep o vardı yanında şefkatiyle. Neyse ki sonra 'sevgili' geldi devraldı bu işi. "Onlar da olmasa ne yapardın..." diyecektim ama bak gördün mü, yalnız kalmışsın yine. Bilmeden, istemeden yaptıklarını temizleyeceksin diye eline yüzüne bulaştırdın hep. Kirden o güzel gözlerin görünmüyor.

Biliyorum tecrübesizdin, biliyorum yanında olmadı insanlar ihtiyacın olduğunda. Seni kim suçlayabilir? 
[yalnızca sen.

Ve şimdi, kendi yarattığın dünyanın dip köşesinde oturmuş ağlıyorsun,
[aklında o ilk kez tuttuğun sıcak ve güvercin tedirginliğindeki ellerin özlemi.





İlk postuyla karşınızda Talemon ben, selamlarımı sunuyor, önünüzde saygıyla eğiliyorum efendim.

15 Mart 2009 Pazar

Aslında Her Şey Ortadadır!

15 Mart 2009 Pazar

Aslında her şey ortadadır ve susmak hep daha kolaydır!

Yollar hep çıkmaza bağlanır ve bir türlü gidemezsin!
Unutma ki, nereye gidersen git, her zaman kalbinin
bir yerinde var olacağım! Asla kaçamıyoruz birbirimizden,
çünkü çok sağlam bağlar kurduk aramızda.

Aslında her şey ortadadır ve susmak hep daha kolaydır!

Şehrin Duası


Elimdeki legolarla en çok bir ev yapmayı severdim çocukken. Bahçesine ağaç olan kendi halinde bir ev. Sonra başka arkadaşlarımla yaptığımız evleri bir araya getirip bir şehir kurardık. Herkesin birbirini tanıdığı, küçük, sıcak ama betondan bir şehir. Hiçbir özelliği yoktu. Ne göz alıcı bir parlaklığı, ne de içimizi ferahlatan bir havası. Ama bizimdi şehir. Küçüktü, gösterişsizdi, ama bizimdi.
Yıllar sonra böyle bir şehrim oldu benim, Ankara. Küçük, gösterişsiz ama sıcak. İç acıtan soğuğuna rağmen sıcak. Bir çocuk oyunu gibi bir şehir. Uyuma, uyanma zamanı belli olmayan, hem çok şey veren, hem çok şey götüren bir çocuk.
Ve bir pazar günü, mart şakasıyla sardı beni. Uyku girmeyen yorgun gözleri güldürmek ister gibi, ayrılığın, sarmaşanın, saçmalıkların karşısında dinginliğini korumak ister gibi, kar diye fısıldadı kulağıma.
Ankara'da kar...
Ne çok bahsedilirdi ondan. Ne çok sevilir, ne çok unuttururdu acıları. Bir kenar süsü gibi yerleşirdi insanların hayatlarına. Belki de en güzel süs olurdu sıradanlaşmış hayatlarda. Hep bir tren garında yaşanırken ayrılıklar İstanbul'unki gibi güzü olmadı Ankara'nın. Hep bir kış kıyamet, hep bir soğuk.
Yine de düşerken taneleri karın, çocuk olur bu şehirdeki her insan. Başını yukarı kaldırıp, ağzını açıp kar tanelerini yakalamaya çalışırlar.
Ve hep mutlu olsun diye insanları içten içe dua eder bu şehir bir kez daha sarsın diye tüm bedenini bu beyazlık...

11 Mart 2009 Çarşamba

Bir Cum'a Gunu Arkeoloji Muzesi

11 Mart 2009 Çarşamba

Gecen gun Arkeoloji Muzesi'ne gittik.Iceride eserleri gezerken yabancı turistlerin coklugunu gorunce utandım kendimden.Oyle ya bu yasıma gelmisim,dunyanın sayılı muzelerinden birini,ustelik yasadıgım sehirde olmasına ragmen ilk defa geziyorum.Neyse iste bu acligimizi bir hayli fazlasıyla giderdik.4 saat yetmedi.Zaten o muze en az bi 6 saati hak ediyor.Cok ciddiyim.Fotograf cekmek de yasak degildik.Herseyi cektik nihayetinde.Fotografını ekledigim İskender'in Bası en nadide eser.Daha bunun gibi yuzlercesi var.Hatta ne yuzlercesi,binlerce.Marmaray sagolsun bu rakam giderek artıyor.

Gezinirken dikkatimi cekti;ziyaretcilerin neredeyse yuzde 70ı turist.Pek muze sevmedigimizi biliyordum ama bu kadar heybetli bir muzeye bu denli az katılımın olacagını dusunmemistim.Hos demezler mi adama sen bu yasına geldin de kac defa gittin diye.Neyse sustum.
Bir baska dikkatimi ceken husus da ziyaretcilerin egilimiyle ilgili.Avrupa insanı eserlere gereken onemi verip hepsiyle ilgileniyor,bilgileri okuyor ediyor.Buna tamam.Ama şu cekik gozluler yok mu,deli ettiler beni.Adamlar sanki muzeye yuruyuse gelmisler.Orada 2500 yıllık bir heykel duruyor,allahın cekik gozlusu -Koreli,japon,hong-konglu,çinli ya da vietkonglu olabilir bu- buna 2 saniye ayırıyor.O da yanından gecerken toplam sure.Yavas yuruyorlar ya o bakımdan.

İlgilerini cekmiyor olabilir ama aynı cekik gozlulerin Topkapı Sarayı kutsal emanet odasını da aynı hızla tavaf ettiklerine sahit olundu.Daha fazla gozlem lazım tabi bu sosyolojik tespit icin ama simdilik gozlemledigim bu.En ilginc diyalog da gunun sonunda Topkapı Sarayı'nda guvenlik gorevlisi olarak calısan akrabamla aramda yasandı."Ya Ali abi ne guzel eserlerdi be alıp eve goturmek istedim suraya koyarım sahane olmaz mı ya" seklindeki lafıma cevap aynen boyle geldi:"naapcan lan onu evde ne ozelligi var"..."eyvallah abi"...Neyse efendim anne ben muzeye gittim diyor,bi kac fotograf ekleyip huzurlarınızan ayrılıyorum.Ekledigim fotograflar en nadide eserler olduklarını dusundugum,İskender'in Başı,Kadeş Antlasması ve İskender Lahti..

5 Mart 2009 Perşembe

Kitap Oku(ma)mak

5 Mart 2009 Perşembe

Sultanahmet Camii'sinin avlusundayiz. Gunlerden Cuma. Kosede duran kisi, etraftaki insan kalabaligini hice sayarak dalmis oldugu kitabi adeta yasiyor. Kendisi fotografini cektigim ve avluda gezindigim 15 dakika boyunca surekli kitap okur bir vaziyette koseyi isgal etti. Hangi ulkeden oldugunu tahmin etmesi guc, ama tahmin etmesi kolay olan bir sey hangi ulkeden olamayacagi. Mesela insanlarinin yuzde 70 inin hayati boyunca hic kitap okumadigi bir ulkenin vatandasi degil kendisi.Zor bi soru degil o yuzden odul vaat etmeyecegim. Bilin bakalim vatandasi olmadigi bu guzel ulke hangisi?

4 Mart 2009 Çarşamba

Kürkçü Dükkanı

4 Mart 2009 Çarşamba
Bir gün arkadaşlarla oturmuş havadan sudan konuşulmakta. Konu dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Artık sıkılıp değiştirin konuyu desem de nafile. Bir kişi aşka dem vurdu mu dönülen yer yine kürkçü dükkanı.
Herkesi acısı, aldatılmışlığı, ayrılıkları var. Herkes birilerinden yakınmakta. Siz erkekler, siz kızlarla başlayan cümlelerin bile sonu aynı. Hepini aynıyız aslında bize göre.
Ama herkes kendine farklı. Ve her yeni gelişlerde bu defa farklı havaları.
Gözyaşları süzülüyor birden birinin
gözlerinden. Yalnızlığını kanıksamış biri boşuna diyor. Yeni aşık anlam vermezken bu duruma, herkesin bilinç altı aynı cümleyi fısıldıyor kulağına; her aşk biter.
Her aşk bitermiş bir gün bildim....
Bir şeye büyük bir tutkuyla bağlanmak her zaman hüsran getiriyor insana. İşini seven işini, kazancı seven parasını kaybediyor. Bir insanı sevense defalarca yalnızlığını kazanıyor.
Benim bir için şehirle başlamıştı aşk. Sokakları, kaldırımları, yağmuru, karı, puslu havası. Herşeyine aşık oldum. Sonra kendi isteğimle terk edildi şehir. Yani ayrılık yine galip geldi.
Öğrendim ki her aşk bitermiş. Ya da bitmeliymiş. Herşey unutulurmuş ki yenisi başlasın. Herkes unuturmuş ki yaşayabilsin. Herkes öğrenirm
iş ki acılar geçer, geçmeli.
Ama yine de dönülen yer kürkçü dükkanı. Tilkilikten eser olmayan insanlar kendilerini burda buluyor gözlerini her kapadıklarında. Ne zaman aşka dem vurulsa, ne zaman güneş yüzünü gösterse, ne zaman bahar çiçeklerini taksa güzel saçlarına yine en başa dönülüyor.
Emeklenerek başlanıyor, ayağa kalkılıyor, yürünüyor, koşuluyor, düşülüyor... Bütün hayat gözler önünden geçiyor her seferinde.
Gözyaşlarını tutamadı biri. Başkası boşver dedi esas olan yalnızlık. Yeni aşık olan anlam veremedi olanlara. Bir hayatın her evresi yaşandı bir buluşma anında.

aşık olmanın bünyede yaptığı paranormal titreşimler

biliyorum manasız bi başlangıç oldu. "aslında gerçek bi manasızlığın içinde yaşamıyor muyuz gönül dostları?" minvalinde de devam edebilirdim, ama etmicem.

insan denen varlık bi tuhaf. normal olmaya ne kadar çalışırsa, öte uca o kadar yakınlaşıyor. misal ben. korkarım ömrümün hatırı sayılır bi miktarını normal olmaya çalışırken geçirdim. gerçi bi yerde okumuştum: "normal olmaya çalışma, sen sadece makul ol, yeter." diyordu. ki zaten, makul olmak başlı başına zor bi uğraş.

neyse. ben böyle manasız saçmalamalarıma devam ederken, ki sözlükte nedense bi sevgi pıtırcığı halet-i ruhiyesinde yazmamdan mütevekkil, arada kendimi aşık sanıyorum. ki değilim. esasen 17 yaşımdan beri aşık olmamışım. zaten, bence o zaman da birdenbire aşık olmamıştım.

-----------------fılaşbek--------------------

ilk defa nasıl aşık olduğumu hatırlamıyorum ben mesela. hatırlar mıyım peki? sanmam...

ama ikinci kez aşık oluşumu çok net hatırlıyorum. sevgili kahvaltıda bi şiler anlatıyordu, ona eminim. ve fakat bunca yıl sonra ne anlattığıyla ilgili pek belirgin bi bilgi yok hafızamda. ha o zaman var mıydı diye soracak olursanız, korkarım o zaman da yoktu, zira ben sadece onun yüzüne bakıyordum. ne güzel dudakları kıvrılıyor, gözleri nasıl da gülüyor, nasıl da hararetli anlatıyordu! sinirlendiğinde alnında beliren o damar, o inat damar, bir görünüp bir kaybolurken, ben çoktaaaaan onun okyanusunda erimiş minik bi tuz parçasıydım. öyle bakıyordum. dinlemediğimi fark etmiş olacak ki, sordu:

- sen neden öyle bi tuhaf bakıyorsun bana?:)
+ hiç. dalmışım...
- dinlemedin di mi beni?:/
+ hmm... aslında hayır. ama sana şunu söyleyebilirim: galiba aşık oldum.
- hı?! nasıl yani? kime? ne? nasıl? ne zaman?:S
+ şimdi, şu anda, şurda ve sana. ilk defa ne zaman aşık olduğumu bilmiyorum ama, ikinci kez aşık oluşum şu an, onu biliyorum.
- ...sen delisin. kesinlikle eminim artık bundan.
+ alışsan iyi olur, sana aşık bi deliyim.
- ...
+ e devam etsene?
- ne anlatıyordum ki ben?
+ ben de seni seviyorum bebek. çayları tazeleyeyim mi?... ayrıca sırıtma o kadar, ağzın kulaklarına vardı...:)

-----------------fılaşbek--------------------

aşk böyle bi şeydi işte. aynı adama dört kez aşık olunca insan, sonra aşık olmak için acele etse de, istese de, galiba eşik şiddeti çok yükseliyor ve belki de acı gibi diğer şeyleri de hissetmez oluyor.

aşık mı oldun canım? bekle, geçer.

23 Şubat 2009 Pazartesi

aşkı konuşmak

23 Şubat 2009 Pazartesi
şimdi ben blog bile yazmayan bir insan olarak..

en klişe konudur, yaratma sıkıntısı insanı içindeki insanın, yaşadığı sıkıntıyı konu olarak seçmesi.

gerçi bu konuda o kadar sıkıntıya girdiğim de söylenemez. bi aralar grubu duyurmuş idiler şahsıma, ben de "he he bakarız" diyip bir daha bakmamış idim, meğerse ben de yazabiliyor muşum buraya. hmm..

şimdi nedir bunun olayı, "haybeden 1 milyon kişi toplanalım" gibi bir konsept mi, yoksa kendi bloglarımıza gösterdiğimiz ilgi ve alakayı buraya da mı göstereceğiz, birbirimizle ve şahane arkadaş grubumuzla ilgili mi yazacağız nedir?

bu arada ben zaten başka yerlerde de uzun yazan bir insan olduğum için, burada da parmağıma ishal vurmuş bir modda devam edeceğim sanırım. ve genelde saçmaca uzatıyorum bunun da farkındayım..

bir de şu var, bu blogger'lar nerden buluyolarsa hep güzel imajlar buluyorlar yazılarına eklemek için. benim şimdi konuyla ilgili öyle güzel bir imajım da yok elimde..

Photobucket

ne yazsam ne yazsam..

hah tamam. bir arkadaş ile chat ederken geçti bugün bu konu.. o işte burda yazdığı gibi aşk ile ilgili derin duygu yoğunluklu bişeylerden filan bahsetti.. ben de içimden "aha yine biri başladı" dedim..

öyle değil mi? siz de aynı şeyi söyleyecek duruma gelmiyor musunuz? ben geliyorum artık. yani tabi insanlar gerçekten anlatmak isterlerse, ihtiyaçları olursa, kötü durumda olurlarsa dinlemezlik etmem de.. yani öteki türlü bence aşk ve türevlerinden konuşmak can sıkıntısından yapılan bir şey. gaz çıkarıp çakmakla alev yapsak daha çok eğleniriz.

aşkı en çok konuşanlar en az ilişki yaşamış olanlar. baba yeter neyini konuşuyosun artık yaşamadığın şeyin. yaşamış olsalar bu kada konuşmazlar eminim.

dolayısıyla hep bir kuyruk acısıyla konuşuluyor düşünülüyor aslında. erkekler kadınlar aralarında toplanıyorlar toplaşıyorlar, istişareler, saptamalar, tespitler, çıkarımlar, kararlar aman aman.. yani ben eminim dünya üzerinde başka bir meseleye kafa yorulsa dünya barışı filan gerçekleşirdi..

yani tabii ki ben hayvan değilim, hani böyle author'ca güzel şeylere saldırma hevesinde değilim ama; bakın benim gördüğüm şu: aşk ile ilgili herkesin yaşadıkları birbirine çok benziyor. hatta aynı diyebilirim. ama herkes 80 çeşit farklı elbise giydirip yaşadıklarına, ilk fırsatta, ilk içki masasındaki sarhoşlukta anlatmanın fırsatını kolluyor. sanki yaşadıkları sadece kendi başına gelmiş gibi..

bir arkadaşım "insan kendini aşık eder" demişti. bence aşk ile ilgili en doğru tespit, en başarılı tespit, en doğru söz, söylenmesi gereken tek söz, nihai cümle budur. başka hiç konuşmaya gerek yok. aşık olunur, ilişki yaşanır. üzerine konuşulmaz.

aşk, aslında tamamen hormonal ve içgüdüsel etkilerle birbirine çekilen çiftlerin, bu çekime sonradan duygularıyla biçtikleri güzel elbisedir. ve çoğu zaman da bu elbiseyi sadece biri görür, ötekisi farkına bile varmaz, hatta kimse farkına varmaz, ama o elbiseyi diken "aha bakın onun için ne kadar güzel bir elbise yaptım" diye görünmeyen bir şeyi tanımlamaya çalışır. ötekiler de anlıyomuş gibi he, evet, he, evet derler.

ben söyleyim, elbise filan yok. mecnun olmuşun anadan üryan geziyosun farkında değilsin.

konuşan konuşmuş, yazmış, şarkısını yapmış abi yeter artık. aynı şeyi evirip çevirip amuda kaldırıp, onunla çeşitli pozisyonlarda sevişmenin anlamı ne?

evet sevişmek dedim. insanlar aşkla sevişiyorlar.. lan aşık olduğunla sevişsene? ha olmuyosa başkasına aşık ol, hiç olmuyosa.. ee evet yani o da kötü bir şey ama, o da şöyle bir durum, aşktan yana çok az kişi mutlu etrafta.. malesef böyle..

dolayısıyla aşk olayı, üzerinde hırs yapılacak, uzun süre kafaya takılacak bir konu değil bence.. çünki bir çaba harcayarak düzeltilebilecek bir olay değil. insanın kendinden bağımsız..

hah işte zaten bu yüzden böyle deli gibi konuşuluyor sürekli. mesai harcanarak düzelecek bir şey olsa bu kadar uğraşmazlardı eminim. ne olduğu belli değil ki, herkese her şeye her zamana göre değişiyor..

hasta bunların hepsi. vallahi, acı çekmekten ve bunu duyurmaktan hoşlanıyorlar. author olucam az kaldım..
---
o değil de, konuşmamak lazım dedim kendim yazdıklarıma bak..

Photobucket
 
karalama defteri © 2008. Design by Pocket